23 Haziran 2015 Salı

Çiçek aşısı Türk İcadı...

Efendim elime 18’inci yüzyılda yaşamış bir İngiliz Hanımefendi’nin yazdığı bir kitap geçti.. İçinde bizi ilgilendiren çok ilginç bilgiler var.
Anlatayım da siz de öğrenin… Lady Mary Wortley Montagu, soylu bir İngiliz kadını. Soylu olduğu kadar dönemine göre sıradışı karakteri olan da biri. Öyle, “evimin hanımı olayım, oturup çocuklarımı büyüteyim” diyecek birisi değil yani. Lady Mary, daha çocukken latince öğrenip, şiirler kaleme alan biri. “Peki, bir İngiliz’in bizimle ne ilgisi var” dediğinizi duyar gibiyim. Anlatıyorum efendim sabırlı olun… Lady Mary’nin sıradışı olduğunu söylemiştim size. Tabi aynı zamanda da dik baslı. Babası istemese de kendisinden 11 yaş büyük olan politikacı Edward Wortley Montagu’ya aşık olur ve onunla evlenir.
Günün birinde Edward Wortley, İstanbul’a elçi olarak atanır. Tam bir seyahat tutkunu olan Lady Mary durur mu? O da kocasıyla İstanbul’da alır soluğu... Lady Mary’nin İstanbul’a geldiği tarih 1711. Yani Osmanlı’da kampumbağaların üzerine mumları koyup, Hasbahçe’de gezdirdikleri Lale Devri yaşanıyor. Tabi böyle bir tanımlama Lale Devri’ne haksızlık olur. Lale Devri, sanatın ön plana çıktığı ve yenilikçi icraatların hayata geçirilmeye çalışıldığı bir dönemdir aynı zamanda. Lady Montagu, Osmanlı’nın bu dönemini yaşayıp, izlenimlerini de, İngiltere’deki arkadaşlarına yazdığı mektuplarla anlatmaya başlar. O yazdığı mektupları da, “Elçilikten Mektupla” ismini verdiği, tarihi değeri yüksek bir kitapta toplar. Lady Mary Montagu, oldukça meraklı birisi tabi. İstanbul’u karış karış gezerken bir olaya şahit olur. Kendisi çok güzel bir kadındır ama yüzünde, çocukluğunda geçirdiği Çiçek hastalığından kalma Çapur adı verilen izler vardır.
Tabi bu yüzden Çiçek hastalığına duyarlı birisidir. Bir gün İstanbul’da gezerken yaşlı bir kadının çiçek hastası olanlara bir çeşit tedavi yöntemi uyguladığını görür. Tabi bu hastalıktan çok çektiği için kadının yaptıklarını dikkatle izlemeye başlar. O da ne, meğer o yaşlı kadın, bizim şimdilerde bildiğimiz Çiçek aşısını uyguluyormuş. Yani, kısaca Çiçek hastalığı geçirmiş birinin kanını alıp güneşte kurutuyor, ardından kuruttuğu kanı sulandırıp ceviz kabuğunun içine dolduruyor, sonra da damarlarda iğneyle açtığı deliklerin üstüne koyup bağlıyormuş. Ya işte Lady Mantagu, “aman koca karı ilacı bu” diye düşünmeyip, aşının uygulamasını ayrıntılarıyla öğrenip, kaleme alır. Memleketine dönerken, artık elinde o dönemde salgınlara neden olan bir hastalığın çaresi vardır. Tabi, bulduğu bu çareyi hemen doktorlara anlatır anlatmasına da beklemediği bir tepkiyle karşılaşır. Tıp çevreleri, “Aman efendim Osmanlı’da cahil bir kadının yaptığı şey bu, bu şekilde hastalık mı iyileşirmiş” gibi sözlerle yöntemi yerden yere vururlar. Off off tabi Lady Mantagu’e nin sakalı yok ki dinlesinler. Atalarımız boşuna, “bir nusubet bir nasihate bedeldir” diye boşuna dememişler. Gel zaman git zaman İngiltere’de çiçek hastalığı salgını baş göstermiş... Çoluk çocuk, bir çok kişi Çiçek’ten kırılmaya başlamış. Tabi kendini beğenmiş İngiliz tıpçıları bütün tedavi yöntemlerini bir bir denemişler ama ne çare, hastalığı bir türlü engelleyememişler. Allahtan birinin aklına Lady Mantagu’nin İstanbul’da bulduğu tedavi yöntemi gelmiş. Son çare ona gidip yöntemi öğrenip, uygulamaya başlamışlar. Aşıyı kısa sürede üretip, önce mahkumlar üzerinde denemişler. İşe yaradığını görünce de daha fazla üretip, çiçek hastalığının kökünü kazımışlar. Yani Osmanlı’da yaşlı bir kadının bu yöntemi Kraliyet Ailesi dahil herkesi çiçek hastalığından kurtarmış. Yaa işte efendim böyle... Lale Devri’nin İstanbul’undan Lady Mantagu isminde hem güzel hem de zeki bir İngiliz kadını geçmiş. Geçerken elde ettiği bilgilerle de tıp bilimine Çiçek hastalığının çaresini hediye etmiş... Ah ah düşünen, araştıran insan işi bunlar diye boşuna demiyorum...

Mimar Sinan'ın gizli aşkı...

Ah ah, Şehri İstanbul, ne güzel bir yer değil mi? Siz hiç ortasından deniz geçen başka bir şehir biliyor musunuz?
Yok zaten yok efendim. İstanbul dünyada bir tek. Napolyon, “ Eğer dünya tek bir ülkeden meydana gelseydi, başkenti İstanbul olurdu” dememiş boşuna. Şimdi kime “aşk denince aklınıza hangi şehir gelir” diye sorsanız. “Paris” derler. Ya alakası var efendim. Bunu söyleyenler İstanbul’da ne muhteşem aşklar yaşandığını bilmiyor demektir. Şimdi size bu büyülü şehrin içine gizlenmiş, büyük bir aşkı anlatayım da ne demek istediğimi siz de anlayın... Boşuna gizlenmiş demiyorum heee haberiniz olsun. Gerçekten de aşık olan er kişi, sevdiği kadına duyduğu sevdayı şehrin iki yakasında mıhlamış resmen. Bunu yapan kim mi? İsmini duymayan var mıdır acaba… Mimar Sinan efendim… Koca Sinan yani…
Mimar Sinan, Osmanlı’nın baş mimarı. … Yaaa adını duyunca aklınıza, Camiler, köprüler, medreseler gelir de aşk hiç gelmez değil mi? Oysa Mimar Sinan birine meftun olmuş… Tutulmuş yani.. Anlayacağız Mimar Sinan, abayı fena yakmış. Ah ah hem de kime… Kavuşması imkansız birine… Kanuni Sultan Süleyman Han’ın Hürrem Sultan’dan olma kızına. Güzeller güzeli Mihrimah Sultan’a… Eee sen kalkıp, Cihan Padişahı Sultan Süleyman’ın kızına abayı yakarsan, çıra gibi yanmayı da göze alacaksın tabi… Bir de karşısında Saray entrikalarının piri Hürrem Sultan var. Almak kolay mı Hürrem Sultan’dan o kızı. Alamamış elbette. Sevdiği kadın, Rüstem Paşa’ya yar olmuş.
Mimar Sinan bu aşkını dağlara yazacak değil ya. O da gitmiş yaptığı eserlere işlemiş sevdiği kadına duyduğu aşkı… Siz İstanbul’da iki tane Mihrimah Sultan Camii olduğunu bilir misiniz? Nerdeee, düşünen araştıran işi bunlar… Efendim, Camilerin biri Üsküdar’da diğeri ise Edirnekapı’da… Yani O dönem İstanbul’unun iki ucuna yapmış Koca Sinan bu camileri. Şimdi, bu iki eserin içinde barındırdığı aşkı anlamak için Mihrimah isminin ne anlama geldiğini bilmek gerek. Mihrimah, Farsça’da ay ve güneş anlamına geliyor… Mimar Sinan bu. Boş işlerin adamı değil. Hemen saksıyı çalıştırmış tabi. İlk camiyi Üsküdar’a yapmaya karar verir. Eseri 7 yılda tamamlar. Hatta camii’nın mimarisini Mihrimah Sultan’ın beline kadar uzanan saçlarından ilham alarak yapar. Dikkatli gözler, Üsküdar’daki camide Mihrimah Sultan’ın sülietini görebilir. Yolunuz oradan geçerse şöyle yukarıdan aşağıya bir bakın ne demek istediğimi anlayacaksınız...
İkinci camiyi ise İstanbul'un en yüksek tepesi olan yere, Edirnekapı surlarının yanına inşa eder. Tamam, anladık iki ayrı cami yapmış, iyi de aşk bunun neresinde diye düşünüyorsunuz değil mi? Acele etmeyin efendim anlatıyorum. Bırakın da tadını çıkarta çıkarta anlatayım di mi ama... Ne demiştik, Mihrimah, Farsça’da ay ve güneş anlamına geliyordu. Bu bilgiyi koyun cebinize... Mihrimah Sultan 21 Mart’ta doğmuş. Bu da size ikinci bilgi. Mihrimah Sultan'ın da doğum günü olan 21 Mart günü, Mimar Sinan'ın Edirnekapı'da yaptığı caminin minaresi arkasından güneş batarken, Üsküdar'daki Mihrimah Sultan Camii'nin iki minaresi arasından ay doğmaktadır.
Yaaaa işte alın size aşk... Koca Sinan sadece bir mimar değil... Aynı zamanda bir Matematik dehasıdır. , Mimar Sinan bu... Kafası zehir gibi çalışıyor. Sevdiği kadına ismiyle seslenmiş. “Sen benim Güneşimsin, ayımsın... Sen benim gizli aşkımsın” demiş... Yani, eserlerini öyle iki yere yapmıştı ki, gökkubbenin altında binlerce yıl aşkını yaşatabilecekti. Bir insan sevdiğine bundan daha güzel bir hediye verebilir mi? Eee Nazım Hikmet, “Sende, ben, imkansızlığı seviyorum” dememiş boşuna. Mimar Sinan’da imkansız aşkını kendi üslubuyla dile getirmiş.. Ah ah... aşk güzel şey üstadım... Kahrını çekmeye değer Aşık olmaktan korkmayın efendim... Benden söylemesi...

Dünyaya nam salmış bir Türk: Koca Yusuf

Siz hiç “Koca Yusuf” ismini duydunuz mu?
Gücü dünyaya nam salmış, şampiyonlar şampiyonu Türk güreşçi. Kimsenin sırtını yere getiremediği cihan güreşçisi Koca Yusuf. Avrupa ve Amerika’da dönemin güreşçilerini bir bir dize getiren, Kırkpınar Başpehlivanı Koca Yusuf’u anlatayım da Türk anaları ne yiğitler doğuruyor öğrenin… Yusuf, 1857 yılında bugün Bulgaristan’da bulunan Şumnu Kasabası’nda dünyaya geliyor. O dönemler Balkanlar’da milliyetçilik hareketlerinin yoğun olduğu yıllar. Bu yüzden Bulgar çetelerinin Türk köylerini bastığı zor bir ortamda büyüyor Koca Yusuf. Doğduğunda kalıbından belli Yusuf’un yolu yok güreşçi olacak. Dönemin ünlü pehlivanı Şumnulu Dursun yetiştiriyor Yusuf’u. Daha ilk kırkpınar deneyiminde, finale yükselip, 26 yıl üst üste başpehlivanlığı elinde bulunduran Sultan Abdülaziz’in güreşçisi Kel Aliço’nun karşısına çıkıyor.
Ooooff off iki yiğit arasında öyle zorlu bir mücadele oluyor ki, gündüz başlayan güreş gece devam ediyor. İki yiğit bir türlü yenişemiyor. Sonunda Kel aliço başpehlivanlığı kendi elleriyle Koca Yusuf’a veriyor. 1.85 boyunda 140 kilo ağırlığındaki Koca Yusuf’un ünü zamanla Anadolu topraklarının dışına taşıyor. Fransız güreşçi Joseph Doublier ile tanışmasıyla da ona Avrupa yolu görünüyor. Doublier, rakibi Sabes’e yenilince hırs yapıp onu yenecek güreşi bulmak için yollara düşüyor. Koca Yusuf’u görünce de onu alıp Fransa’ya götürüyor. Eee boşuna Koca Yusuf dememişler ona. Paris’e gider gitmez daha ilk maçında Sabes’in sırtını yere getiriyor. Ondan sonra Avrupa’nın bilinen bütün güreşçileri teker teker deviriyor. Yani anlayacağınız Koca Yusuf gelene gidene Osmanlı tokatını yapıştırıyor... Öyle ki ünü okyanus ötesine dahi ulaşıyor. Organizatörler onu alıp Amerika’ya götürüyor. Amerika’ya gelene kadar yenilgi yüzü görmemiş olan Yusuf, ABD’nin şampiyon güreşçisi Ernest Roeber’in karşısına dikilir. Kıran kırana bir karşılaşma olur ve Yusuf rakibini ringten dışarıya fırlatır. Bunun üzerine Koca Yusuf’u diskalifiye ederler. Üstüne bir de Roeber’in öldüğünü düşünen seyirciler ayaklanıp Koca Yusuf’u linç etmeye çalışırlar. Gel zaman git zaman Roeber’le bir maç daha düzenlenir ama o karşılaşma da çıkan olaylar yüzünden yarıda kalır. Olaylar sonrası karşılaşmaların yapıldığı Opera Evi güreş turnuvalarına kapatılır. Koca Yusuf kimbilir Amerikalılar’ı nasıl korkutmuş ki, ona Korkunç Türk lakabını takarlar. O da baktı olmuyor, “arkadaş ben vatanıma dönüyorum” diyip, Fransız bandıralı La Bourgogne transatlantiği ile yola çıkar. Ancak gemi 4 Temmuz 1898 sabahı New York açıklarında İngiliz şilebi Cromartyshire ile çarpışıp batar. Söylenene göre Koca Yusuf’u iri cüssesinden dolayı filikalara almazlar. O da kurtulmak için denize atlayıp filikanın birine tutunur. Ama diğer yolcular onun koca gövdesinin sandalı devireceği korkusuna kapılıp küreklerle ellerine vururlar. Koca Yusuf o darbelere rağmen filikayı inatla bırakmaz. Bunun üzerine filikadakiler Koca Yusuf’un bileklerini keserler. Maalesef aslan yürekli Cihan güreşçisi daha fazla dayanamayıp, Okyanus’un azgın dalgalarına yenik düşer. Yaaa işte öyle efendim, Bir Türk köyünde doğup, önüne kim gelirse gelsin deviren, gücüyle dünyayı titreten Koca Yusuf, dünya güreş tarihine adını öyle bir yazdırmıştır ki, romanlara konu olmuştur. Ahh ahhh Türk’ün gücü boşuna dünyaya nam salmamış değil mi ama...

Çayın bilinmeyen tarihi...

Size bir soru dünyada sudan sonra en çok tüketilen içecek hangisidir? Soruyu başka şekilde daha sorayım Türk denilince akla ilk gelen içecek hangisidir? Tabiki Çay efendim başka ne olacak. İçecekler saymakla bitmez ama, sabah uyanır uyanmaz kahvaltı sofrasında başlayıp neredeyse yatana kadar bardak bardak içtiğimiz o enfes kokulu çay… “Hanım bir çay koy da içelim be” Türk erkeklerinin klasikleşmiş sözü değil midir? Çaycıların, “tavşan kanı bunlar” sözü kulaklarınızda her dem çınlamıyor mu? Yani iş yerlerindeki dinlenme aralarına bile “çay molası” diyecek kadar benimsemişiz bu uzak doğu kökenli içeceği. Efendim Çay taaa 5 bin yıl öncesinde Çin’de tesadüfen keşfedilmiş. Çin hükümdarı Shen Nung, halkının sağlığına çok önem veriyormuş ve salgın hastalıklar oluşmasın diye tüm suların kaynatılarak içilmesi emrini vermiş. Hükümdar bir gün ülkesini dolaşmaya çıkmış. Mola verdikleri sırada hizmetliler su kaynatmaya koyulurlar. Bu sırada suyun için kuru yapraklar düşer ve su ısındıkça etrafa hoş kokular yayılır. İmparator, “bu koku nereden geliyor arkadaş, sağa sola bir bakın hele” dediği sırada hizmetlilerden biri mahçup bir şekilde “efendim affedin kaynattığımız suyun içine kuru yapraklar düşmüş, koku oradan geliyor” diyerek kokunun kaynağını açıklamış. İmparator adı üstünde Şen Nung, bu duruma kızacağına, “Hele bir getirin bakalım şu suyu, kokusu bu kadar güzelse, tadı kimbilir nasıldır” diyerek suyun tadına bakmış. İmparator içtiği suyun çok ferahlatıcı olduğunu hissedince de insanoğlunun çayla olan serüveni başlamış… Biz Türklerin çayla tanışmasına gelince. Çayla aramızdaki aşkın başlangıcı topu topu 2 asırlık bir ilişkiye dayanıyor efendim. Ne o şaşırdınız mı? Çayı öyle benimsemiş o kadar çok sevmişiz ki bu kadar kısa zamanda hayatımızın olmazsa olmazı haline getirmişiz.
Anadolu’ya çay ilk olarak 1787 yılında Japonya’dan getiriliyor. Tohumlar halinde getirilen çay ilk olarak Bursa civarına ekiliyor. Ama nafile iklim şartları uygun olmadığında getirilen ilk tohumlar telef olup gidiyor. Bu yüzden uzun bir süre çayı Japonya’dan alıyoruz. Üstelik ne zamana kadar ekim yapılamıyor biliyor musunuz? Taaaa 1924 yılına kadar. O yıl Halkalı Ziraat Mektebi Müdür Vekili aynı zamanda botanikçi olan Ali Rıza Erten, “arkadaş biz bu çayı nerede yetiştirebiliriz” diye Anadolu’yu karış karış dolaşıp, araştırmalar yapıyor. Dolaştığı yerlerde de ekim denemeleri de yapıyor. Sonunda istediği sonucu Rize’nin yamaçlarında ektiği çay tohumlarından alıyor. Bunun üzerine koşa koşa Ankara’ya gidiyor. Raporlarını TBMM’ine sunup, Rize’de çay yetiştirmek için onay alıyor. 1947 yılında gelindiğin de ise bakıyorlar ki, çay tüketimi almış başını gidiyor ilk çay fabrikası kuruluyor.
Yani, mis kokulu Rize Çayı’nı, Ali Rıza Erten’e borçluyuz. Ne diyelim Allah razı olsun ondan.

Çanakkale Savaşı'nın bilinmeyen Kahramanı...

Çanakkale Savaşı’nda yaşanan kahramanlıklar dillere destandır. Ama bugüne kadar belki de hiç duymadığınız başka bir kahramanlık hikayesi daha yaşanmıştır Çanakkale’de... Nusret Mayın gemisinin, işgal gemilerinin Çanakkale’yi geçip Marmara’ya girmesini engellediğini biliriz. Bu o dönemin şartlarından yapılmış destansı bir operasyondur...
Koca koca savaş gemileri, Çanakkale Boğazı’nın derin sularına, geriye dönüşü olmayan bir dalış gerçekleştirmişlerdir... “Çanakkale bir devrin battığı yerdir” diye boşuna denmemiş değil mi ama... Oysa bu büyük başarı öyküsünde unutulmuş, gizli bir kahraman vardır: Ertuğrul Keşif Uçağı... Yaaa ne sandınız.. O dönemde Osmanlı’nın da az da olsa hava kuvvetleri bulunuyor. Ertuğrul keşif uçağı Çanakkale savaşından önce son görevi için İstanbul’dan Kahire’ye doğru yola çıkar. Ancak Edremit taraflarında arızalanıp düşer. Neyse Allahtan kazada ölen olmuyor ama uçak büyük hasar görüyor. O dönem Çanakkale Savaşı sırasında keşif yapması için bir uçak gerekir. Eldeki bir kaç uçak başka görevlerde kullanıldığından yetkililer çareyi Kaz Dağları’nda bulunan Ertuğrul uçağını toplayıp tamir etmekte bulurlar. Eee gemileri karadan yürüten Fatih’in torunları bunlar. Dağ tepe dinlemeyip uçak parçalarını bir bir toplanıp İstanbul’a getirirler. Uçağın tamiri için pilot yüzbaşı Cemal Bey ile Montör Mehmet görevlendirilir. Adının Mehmet olduğuna bakmayın, ustabaşı Mehmet Ermeni kökenli işinin ehli bir gençtir. İkisi görev aşkıyla gece gündüz demeden çalışıp, uçağı tamir etmeyi başarırlar...
Off off... Çanakkale’de destan işte böyle yiğitlerin eliyle yazıldı. Cemal Bey’i artık Çanakkale’de zorlu bir görev beklemektedir. Çanakkale Boğazı “iğne atsan yere düşmez” derecede düşman gemileriyle doludur. Niyetleri belli, boğazdan geçip İstanbul’u işgal etmek istemektedirler. Tabi karşılarında “Çanakkale geçilmez” diyen yiğit, kahraman Türk askerlerinin olduğunun farkında değiller.
Görev Nusret Mayın gemisini beklemektedir. Bir gece yarısı gizlice boğazı mayınlarla döşer. Tabi ertesi gün işgal kuvvetlerinin mayın tarama gemileri boğazı temizler. Artık gönül rahatlığıyla gemiler boğazdan geçebilirler... Yaaa işte evdeki hesap çarşıya uymaz tabi. Devasa savaş gemileri bir bir mayınlara çarpıp batarlar. Çünkü Yüzbaşı Cemal Bey Ertuğrul Uçağı ile keşif yaptığı sırada mayınların temizlendiğini tespit eder. Bunun üzerine Nusret Mayın Gemisi gizli bir operasyonla Çanakkale Boğazı’nı bir kez daha mayın tarlasına çevirir.
Tabi düşman kuvvetleri bu durumdan habersiz, “Ohhh mayınları nasıl olsa temizledik. Boğazı şöyle güzelliğini seyrede seyrede rahat rahat geçeriz “ diyip harekete geçerler. Ama anlaşılan, “Su uyur düşman uyumaz” lafını hiç duymamışlar. Arkadaş siz mayınları toplarken, bizim ellerimiz de armut toplamıyor heralde değil mi? İnsan bir düşünür, “Ne olur ne olmaz, şu denizi bir daha kontrol edelim... Tek uyanık onlar ya akıllarına gelmemiş tabi. Mayınlar, gemilerin kıçlarında patlayınca, “ulan ne oluyor, bu mayınlar da nerden çıktı” demeye kalmadan, boğazın dibini boylamışlar. Yani, Ertuğrul Uçağı’nın parçaları Kaz Dağlarından toplanıp, İstanbul’a getirilmese. Orada Mehmet Usta gece gündüz çalışıp uçağı tamir etmese. Yüzbaşı Cemal, Ertuğrul Uçağı ile keşfe çıkmasa tarihin nasıl yazılacağını bir düşünün...
Vay arkadaş, işte tarihin tozlu sayfalarında kimsenin bilmediği gizli kahramanların sayesinde altın harflerle, “Çanakkale Geçilmez” yazılmış.

Bir Kurtuluş Savaşa Pilotu'nun Başarısı: İlk Türk Uçağı

“Neşeli Günler” dev kadrosuyla Türk sinemasının klasiklerindendir efendim. Filmde Şener Şen’in oynadığı Vecihi ile kızını istediği baba rolündeki Münir Özkul’un arasında geçen diyaloglar hepimizin hafızasına kazındı değil mi? Peki size o unutulmaz filmdeki pilot karakterine Vecihi isminin öylesine konulmadığını söylesem.
Yaaa yine merak ettiniz değil mi? Anlatayım o zaman efendim… Anlatayım da öğrenin… Vecihi, ilk Türk uçağını yapan Kurtuluş Savaşı gazisi tayyarecinin ismidir efendim. Soyismi de Hürkuş’tur
Türkiye, birkaç Avrupa ülkesi ile birlikte kendi uçağını üreten ilk ülkelerden biridir. Bunu başaran da Kurtuluş Savaşı’nda tayyareci olarak görev yapan ve hatta savaşta ilk düşman uçağını düşüren Vecihi Hürkuş’un ta kendisidir. Hee bir de Kurtuluş Savaşı’nda İzmir Hava Meydanı’na ilk inen ve orayı işgal eden bir kahraman pilottur kendileri... Vecihi Hürkuş İzmir’i çok sevmiş anlaşılan. Cumhuriyetin ilk yıllarında İzmir’de okul açıp yeni tayyareciler eğitiyor. Gel zaman git zaman Vecihi bir gün Edirne’ye yanlışlıkla inen bir uçağı almakla görevlendirilir. Bu görevi başarıyla yerine getirince de uçağa onun adı verilir. Anlaşılan bu durum onu gaza getirir ki, “Artık kendi uçağımızı yapma zamanı geldi” diyerek kollarını sıvar. Uğraşıp didinip uçağın gövdesini yapmıayı başarır ama onu havalandıracak motor var mı? Yok… Kendi uçağını yapmayı kafaya takmıştır bir kere. Aklına savaş sırasında Yunanlılar’dan ele geçirilen uçaklar gelir. Uçaklar hurda halindedir. Her birinden topladığı parçalarla yeni bir motor yapar. Evetttt sonunda ilk uçağı Vecihi K6 uçmaya hazırdır. Kendi imalatı uçakla gökyüzüne kanat çırpmıştır çırpmasına da, bu uçuş başını da belaya sokmuştur. O bu başarısından dolayı ödüllendirilmeyi beklerken, izin almadan uçtuğu için 15 gün hapis cezasına çarptırılır. Gidip paşa paşa 15 gün cezaevinde yatar. Trajikomik bir durum yani anlayacağınız…
Ama o kafayı uçmaya takmıştır bir kere… Hedefinden hiç şaşmaz. 1930 yılında Kadıköy’de bir kereste dükkanını kiralayarak 3 ay içinde Vecihi K-XIV ismini verdiği ikinci uçağını yapar. Tabi sütten ağzı yandığı için bu sefer yoğurdu üfleyip gerekli izinleri alır. Aralarında basın mensuplarının da olduğu kalabalık bir grup önünde uçağıyla gökyüzüne havalanır. Uçağıyla Ankara’ya yol alır, Orada yaptığı gösteri uçuşunu Başbakan İsmet İnönü’de izler. Yere indiğinde ise onu başarısından dolayı tebrik eder.
Vecihi Hürkuş Türk Havacılığında hep ilklere imza atıyor. 1932 yılında ilk özel tayyare okulunu açıyor. Tabi bu sırada yeni uçaklar yapmayı da ihmal etmiyor. Artık bir uçak filosuna sahiptir. 1954 yılına gelindiğinde ise ilk özel havayolu şirketini kurar. Gökyüzü aşığı Vecihi Hürkuş’un ölümü de enteresan bir güne denk gelir. İnsanoğlunun aya ayak bastığı 16 Temmuz 1969 yılında beyin kanaması geçirerek hayatı kaybeder.

Türk icadı Arabalı Vapur: Suhulet

Bilim adamı, mucit deyince aklınıza hep ecnebiler geliyor tabi. “Bu elma hep onların mı kafasını düşüp duruyor” dediğinizi duyar gibiyim. Ama işin aslı hiç de öyle değil. Aha buyrun alın size bir Türk icadı: Arabalı Vapur… Merak ettiniz değil mi? Anlatayım da arkasını berisini öğrenin…
Efendim icatları aslında biraz da yaşam şartları ortaya çıkartır. Şimdi ortasından deniz geçen İstanbul gibi bir şehirde yaşayınca, Arabalı Vapur’u icat etmek de bize düşer değil mi? 19’uncu yüzyilda, kurulan Şirket-i Hayriye kurumunun başındaki Hüseyin Haki Efendi yenilikçi bir arkadaş. O dönemde vapurlara yolcu şikayet defterleri, cankurtaran simitleri filan koymayı akıl etmiş yani. O derece ilerici… Tabi o zamanlar öyle motorlu otomobil yok. Gemilerle askeri birlikler, atlı arabalar, büyük baş hayvanlar filan taşınıyor. (ama düşünün o dönem vapurları! bu yükleri bindirmek ne kadar zordur kimbilir... İşte Hüseyin Haki Efendi’de “yok arkadaş bu böyle olmayacak” diyip, başını kaşımaya başlıyor.
Kafasına elma düşünce de, “buldum” diyip, soluğu Şirketi Hayriye’nin Hasköy Fabrikası’nın Sermimarı Mehmet Usta’nın yanında alıyor. Mimarı anladınız da bu başındaki “ser” ne demek çıkartamadınız değil mi? Orhan Veli şiirinde ne diyor: “Ne Yardan Geçerim ne Serden” Yani ne sevdiğimden geçerim ne de başımdan… “Ser” “baş” demek. Yani Mehmet Efendi’de, fabrikanın Baş mimarı… Yaaaa arada bu bilgiyi de vermem iyi oldu değil mi? Neyse bu iki kafadar, ser sere verip o döneme kadar benzeri görülmemiş bir gemi projesi hazırlıyorlar. Çizimini yaptıkları gemi, şimdiler de ki fetibotlar gibi güvertesi düz, iki tarafından araba girsin diye önü arkası aynı. Yani gemi hangi yöne gidiyorsa önü o tarafı aslında Belli adamlarda kafa zehir gibi çalışıyor. İş gemi projesini hazırlamakla bitmiyor tabi. Osmanlı’nın o döneminde böyle bir gemiyi yapacak tersane yok. Ama Hüseyin Haki Efendi kafaya takmış bir kere bu gemi yapılacak. Projeyi Mehmet Usta’nın koltuğunun altına sıkıştırıp, onu İngiltereye yolluyor. Bu aslında Mehmet Usta için küçük bir adım olabilir ama Türk Denizcilik tarihi için çok önemli bir adımdır… İngilizler o dönemler gemi yapımcılığıyla hava atan bir millet tabi. Ama İki Türk denizcinin buluşunu görünce havaları hemen sönü veriyor. Çünkü o dönemler İngilizler karşıdan karşıya deniz ulaşımını halatlarla çekilen sallarla yapıyorlar hala. Neyse Mehmet Usta Londra’da tam bir yıl kalıyor. Bir yılın sonunda ise artık Türk icadı, İngiliz yapımı arabalı vapur alkış kıyamet denize iniyor.
Tamam gemi indi çok güzel! Ama ne önü ne arkası belli bu tuhaf gemi kocaaaa Adriyatik denizini geçip İstanbul’a nasıl varacaktı? Koca dalgalar arasında, defalarca batma tehlikesi atlata atlata yolculuğunu tamamlıyor tamamlamasına da siz bir de o yolculuğu geminin kaptanına sorun…. Yazık valla, kimbilir ne yaşamış ki, adamcağaz İstanbul’a ayak basar basmaz, bir daha böyle bir gemi kullanmamaya yemin ediyor… Bu kadar zorluğa değmiş ama değil mi? Tabi İngilizler’in de hakkını yememek gerek. Suhulet adı verilen dünyanın ilk arabalı vapuru o kadar sağlam yapılmış ki, tam 89 yıl hizmet ediyor. Şimdilerde sadece İstanbul Boğazı’nın iki yakasında kullanılmıyor bu gemiler. Dünyanın bütün denizleri bu Türk icadı gemilerle dolu.